Kırk – 2. Bölüm –

Please follow and like us:

Köy yolunda en düşük viteste ilerlerken camları sonuna kadar indirdi. İnsanın doğa özleminin kaynağını düşündü. Bir yandan tabiatı doğal yaşamı özlüyoruz bir yandan ondan kopmak istiyoruz. İşte insanoğlunun garip çelişkilerinden biri daha.
Köye giriş yaptığında yol üzerinde mayın gibi duran hayvan dışkıları arasında direksiyonu sağa sola büktü. Köy meydanının uygun yerine aracını park ettiğinde herkes onu süzüyordu. Tartan ve sorgulayan gözler. Şehirde kimse kimseyi tanımadığı için kaybolmak daha kolaydır. Köye yabancı geldiğinde herkes bilir. Tabii ki köy kendine yabancılaşmamışsa, hala bir mahallesi varsa, yiğit delikanlılar mavi köşe başlarını tutuyorsa, genç kızlar aşk çeşmeleri başında hala yüzleri kızararak edeple su dolduruyorsa, bekareti bozulmamış aşklar gönülleri içten içe yakıyorsa… Tanınmak mı tanınmamak mı? Şehir mi, köy mü?

Köy meydanına bakan üç kahvehaneden bahçesinin ortasında ulu çınar olanına selam vererek girdi. Çınarın altındaki en kıyaya kurulmuş masaya oturdu. Kahvecinin hoş geldiniz sesiyle kendine geldi. “Bir çay.” dedi. Tüm köy halkı şehirli olduğu her halinden belli bu garip yabancıyı konuşuyordu. Her birinin kafasından farklı bir özellik geçiyordu; memur, gizli görevli, yolcu, tüccar… Her köylü ona kendi kafasında oluşmuş farklı bir rol biçiyordu. Zaten hep öyle olmaz mı, kasede ne varsa meydana o sızar. Muhtemelen kumar oynanan kahvede bu konu hakkında bahis bile oynanmıştır.

Kaçtıklarımız bizi her yerde yakalar. Şehirde ne varsa köy onun küçük modelidir, köye kaçmak isteyenler sadece bir iç avuntusu peşindedirler. İnsan her yerde aynı insan. Beş metre kumaştan bir elbise çıkar. Tabii ki en doğrusunu terziler bilir.
Bıkkın ve bitkin gözlerle yüz yüze geldi. Bu yüzleri şehirden hatırlıyordu. Peki mutluluğun beldesi nerede?

Küçük yerleşimlerin dedikodusu tüm sinelere tesir eder. Çayını yudumlarken köy yaşantısını düşündü, şehirlilerin bir kaçış olarak gördükleri yaşantıyı. Bir hafta sonra köyün bitkin ve bıkkın yüzlerine katılmamak mümkün mü? Ey insan kendinden kaçamazsın.

Ezan sesi yükselmeye başladığında çınarlı kahvenin tümü, akasyalı kahvenin yarısı, muşmulalı kahvenin hiçbiri ayaklandı. Çınarı tercih etmekle doğru karar verdiğini anladı. Çınar hep bir rüyanın merkezinde vakarı yükseltmede.
Herkesin aklındaki soruyu köyün delisi sordu: “Kimsin?” “Sade bir yolcuyum.” dedi. Ve deli hızlıca uzaklaştı. Önce kıyafetinden sonra arabasından kurtulmalıydı.

Köyün merasının yanından geçerken, koyunları ve çobanı fark etti. Çobana sordu: “Kaç koyunun var?” Çoban derinden kısa ve net cevap verdi: “Kırk.” Köy kahvesindeki çınarın gövdesinde gördüğü takvim yaprağı aklına geldi. Bugün kırkıncı doğum günüydü. Hala bir rüyanın devamında mıyız? Takvim yapraklarımızı çınarın gövdesinden mi koparıyoruz? “Abanı ve koyunlarını şu araba karşılığı değişir misin?” dediğinde çoban şaşırdı. “Kırk koyun üç yüz liradan on iki bin lira yapar.” diyen çobana önce kravatını sonra ceketini ve en son arabanın anahtarını teslim etti. Takasta kim karlı çıktı?

Artık kırk koyunu, üç köpeği, bir abası vardı. Unutmadan çoban eşeğini de hediye etmişti. Aracın bagajında sakladığı yol çantasını eşeğin sırtına yüklediğinde gün akşama yaklaşıyordu. Köylüler peşine düşüp deli diye yakalamadan buradan uzaklaşmalıydı. Onların tanrılarına tapmıyorsanız her zaman deli olabilirsiniz. Anayol kenarındaki boşluktan koyunlarıyla ilerlemeye başladığında geçmiş günlere dair tüm hayallerin izleri silmişti. Yeniden başlamak için silmek şart mı?

İlk pınar başına ulaştığında hava kararmıştı. Koyunlarını suladı ve hayratı yapana teşekkür etti. Öyle içten teşekkür etti ki gaipten bir sesin teşekkürü kabul ettiğini anladı. Çocukluğundan kalma bir şeyler bilse de çobanlığın yabancısıydı. Üç çoban köpeği işi ondan daha iyi biliyorlardı. Köpekler koyunları sulayıp uygun bir yerde gece için istirahate zorluyorlardı. Köpeklerin akıllı hareketi üzerine düşündü, içinden mahlukat görevini yapıyor bize de bozmadan yürümek düşüyor dedi. Yol çantası bir seyyahın ihtiyacı olan her şeyi içinde barındırıyordu. Aracın arkasında böyle bir çanta her daim göreve hazır beklerdi, geçmiş tecrübelerle doldurulmuş her an hazır bekleyen bir çanta. Bu ne ilk ne de son yolculuk sayılırdı; fakat tüm yolculuklarından farklı olduğu da kesindi. Son yolculuk için çantamız hazır mı?

Gecenin ürpertici sessizliği, karanlığın insanı korkutan densizliği, en acayip sesleri bağrında tutan tabiat, hışırtılı konuşan ağaçlar… Şehirde insanlar birbirinden korkar, tabiatın ortasında insanlar birbirinin yokluğundan korkar. “Yalnız yolculuk yapmamalısın.” dedi. Bu ses pınarın yanından geliyordu. Kurduğu çadırının önüne hazırladığı çukura ateşi yakmıştı. Demlik kaynaya dursun, o sese doğru hamle yaptı. Yalnız olmadığını anladı. Dünyanın en güzel yüzü, en tatlı sesi karşısındaydı. Edepli ses tonu ile: Yol arkadaşı bulamadım dedi. Piri faninin “Yanılıyorsun, yeterince aramadın.” cümlesi kulaklarına sert bir dalga gibi ulaştı, yivli mermi misali yüreğini parçaladı geçti.Yeterince aramak; fakat nasıl?

*kurtuba dergisi’nin 6.sayısında yayınlanmıştır.
*sanal alemde sayha dergide yayınlanmıştır.

Hikayenin 1.bölümü

You may also like...

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial

Enjoy this blog? Please spread the word :)