Babil Kulesi’ni andıran plazanın kırkıncı katına çıkarken yükselen kariyerini düşündü. Hiçbir zaman asansör gibi tırmanılamayan kariyer çizgisi kırılmalarla oluşmuş sinüs eğrisi gibiydi. X ve Y koordinatları arasında borsa grafiğini andıran hayat çizgisi hangi varoluş kaygısını içinde saklıyordu. Asansör iş yerinin bulunduğu kırkıncı kata geldiğinde kapı açıldı ve birden kendine geldi. “Ne varoluşu?” dedi kendi kendine, o anda asansöre bir daha yalnız binmemeyi aklından geçirdi. Yalnız kaldığında sanki birileri onu sıkıştırıyor, düşünmek istemediği konuları kulağına fısıldıyordu. Dışarıdan bakan birisini imrendirecek kadar güzel bir hayatı vardı. O da hayatını dış kabuğu ile değerlendirmeliydi, gereksiz detayları düşünerek akıp giden zamanın seyrini bozmamalıydı.
Üç yüz kırk yedi numaralı odasına geçerken etrafı göz ucuyla selamladı. Zaten asansör kapısının karşısına oturmuş kurum sekreterini görmemek hoş karşılanacak durum değildi. Nedense şirketlerde o kadronun karşılığı şık ve şuh bir bayandır. “Prezentabıl” mı yazılıyor kelime diye düşündü. Esnek çalışma temposu, giyimine özen gösteren… diye başlayan yalanlar… O makama gelen kişinin giyinmeye mi yoksa giyinmemeye mi özen göstermesi gereklidir? Vizyonlu ve misyonlu cümleler arasında sıkışmış çalışma hayatı derken sanki dudakları kıpırdadı. Özel kalem müdürü kendine bir şey söylendiğini zannederek irkildi. Ne kadar zorlanmıştı erkek bir özel kalem müdürünü işe alabilmek için, bütün kuruma bunu anlatabilmek bir hayli zaman almıştı. Diğer yöneticiler bu durumu hala kabullenememişti, fakat konumu gereği şimdilik ona diş batıracak durumda değillerdi.
Masasına oturduğunda iş yerine girişi sırasında yorulduğunu hissetti. “Bir daha asansöre tek başıma binmemeliyim.” dedi. Özel kalem müdürüne kendisini aşağıda karşılamasını söylese çok mu garip kaçardı. “Bir de kendini farklı biri gibi gösteriyor, şu egoya bak kendini dış kapıda karşılatıyor.” cümlesini tüm çalışanlar mı yoksa bir kısmı mı kurabilir diye aklından geçirdi.
Hep bulunduğu zamana ve mekana yabancı gibi yaşadı. Öğrencilik yıllarında kantinde otururken de, staj zamanında bindiği işçi servisinde de başka biriydi. Servis otobüsünde işçiler dizi, futbol, politika, geçim muhabbeti yaparken bir kısmı da uyurdu. O günler de yanında gizlice taşıdığı dergi veya kitabı okuduğunu hatırladı. İşçi haklarını savunan bir köşe yazısı okuduğunda orada işçilerin üzerinde gizlice gözlerini gezdirir, bu yazarın gerçek anlamda bir işçi tanıdığı var mı diye düşünürdü. Nedense yürüyüş yapacak işçiler arasında bu gerçek işçilerden hiç görülmezdi. Olacaksan devlet işçisi olacaksın ki yürümeye gücün ve zamanın olsun. “Ya da sendika yöneticisi olacaksın. Güzel kamplar, dolgun maaşlar…” Bizim otobüste işçiler arasında bir anket yapılsa köy ve akraba ziyareti hariç tatil yapan çıkma ihtimali olasılık hesaplarına göre sıfıra yakındır. Sıfıra yakın olmak, hiç olmak mıdır?
Telefonlar, toplantılar, seminerler, bitirilmesi gereken işler, bitmeyen işler, yarım kalan görüşmeler, bağlantı yapılan büyük işler, kaçan büyük balıklar, kartvizitler arasında dolaşmalar… kartvizit dediğinde aklına ince bir fikir geldi. Kartvizitliğin her sayfasının köşesine bir dostun ismini yazsak unutulmaya terk edilmiş dostluklar hatıra gelir mi? Ayrıca emrimdeki çalışanlara aynı şeyi yapmalarını telkin etsem, haydi arkadaşlar şimdi on beş dakika çay ve dostluk molası.
Bugün anlaşılan düşünme günü, iş yoğunluğu arasında bile aklıma garip fikirler gelebiliyor. Acaba patrondan izin mi istesem dedi kendi kendine. Konuşacak dost bulamadığında işte böyle kendi kendine konuşurdu. Bu durumdaki kişi birilerine göre klinik hasta olabilir; fakat durumu kontrol edebildiği için kimse kendisine önden elbise giydirip özel araçla götürmeye yeltenmiyor. Bir gün kendimi kontrol edemeyebilirim dedi ve bir an irkildi. İrkildiğimizde farkına varabilir miyiz?
Hafifçe sallandığı koltuğundan ani bir hareketle doğruldu ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Önce özel kalem müdürü kem kümler arasında arkasından bakakaldı, ardından görülmeyi bekleyen kurum sekreteri.
Asansör hızlıca aşağıya inerken yine yalnız olduğunu fark etti. Her çıkışın bir inişi vardır; insanlar, aileler, şehirler, devletler, kıtalar, dünya, kainat… Başarı nedir? Başarısızlık ne? Her düşüş başarısızlık mı? Yaşlı bir adam güçten kuvvetten düşüp aciz kaldığında başarısız mı olmuştur; yoksa bu bir hakikat gereği midir?
Önce cep telefonunu kapattı. Aracına bindiğinde şehirden aceleyle uzaklaşmak istediğini fark etti. Henüz toy bir delikanlı iken ilk terk ettiği işi aklına geldi. Gözlerinden süzülen damlacıklarla ne kadar çok yürümüştü. Şimdi bir otomobili olduğu için üzüldü, aracı olmasa zorunlu olarak yürüyecekti. “İşini bırakmış biri yürümek dışında bir şey yapamaz.” Terk etmenin en güzel yolu yürümektir. Hatta ağır adımlarla düşüne düşüne. Ağır adımlarla düşüne düşüne yürüdüğümüzde düzelecek mi?
Müziğin ritmi arttıkça araçta hızlanıyordu. Bence ritimli müzik ile araç kullanmak iyi bir tercih değil. Müziğin ritmi arttıkça araç hızlandı. Araç hızlandıkça müziğin ritmi arttı. Nereye gideceğini bilmediği için sonunda kendini araca ve yola teslim ederek kainatın ritme ayak uydurdu. Hızlanarak kaçabilir miyiz?
Artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyordu. Sadece kainatın ritmini duyacak ve ona göre hareket edecekti. Şehrin son evini geçtiğinde yavaşladı ve durdu. Hızlı hareketlerle araçtan indi ve sadece dinledi. Ne kadar geniş bir alan, ufuk çizgisi hafif bulutlu, sarı çiçeklerle şenlenmiş kırlar, başak tutmuş tarlalar, keçi ve koyun sürüleri. Bir buğday tanesine pike yapan ismini bilmediği kuş. Tanışamadığın bir kuş ne anlatır?
Ufukta önce bir minare sonra dağa yaslanmış köyü fark etti. Muhtemelen ileride köyün anayol bağlantısı olmalıydı. Anayollarda hızlıca giderken fark edemediğimiz yüzlerce köy tabelasından biri önünde duruyordu. Hızlıca giderken fark edemediklerimiz diye düşündü ve o anda kendisi de fark edemedi.
matbu : kurtuba dergisi’nin 5.sayısında yayınlanmıştır.
sanal : sayha dergi’de yayınlanmıştır.