Duyuyor musun gölgelerin fısıltısını?
Saat gecenin ikisi. Gelmeyen uyku yüzümü pencerenin camından ekranın camına döndürüyor.
Garip bir günün bitimi, gecenin siyahı, dostun acısı, güzelin siyahı…
Önce bir yüze rastlıyorum.
Yıllar evvelinden bir kitabına tutunduğum kendimi bambaşka bir şehirde bulduğum sebeplere sebep, sonuçlara sebep birinin yüzü.
Su üstüne yazılmış yazının mukaddimesiydi sebep. Suyun akışkan zeminine, muhabbetin şiddetine, doksanın heybetine işaretti hep. Okunan, altı çizilen, lafın kozasını yırtmış, sözün kanadına binmiş onca hoşkelama karışık bir arayışın düşürdüğü evden giden ışık! Ve bir isim, aynı ismi taşımaktan şeref duyduğum bir isim. Şimdi yıllar sonra suyun üstüne yazılan yazıyı yazan o ismi söylemede.. Okyanuslar ötesinde yirmi yıl evvelinde bir eskimiş resim dizin dibinde, gözümün önünde. Aşkın, vefanın boynuna hediye edilmiş bir gerdanlık niyetine belki de..
Ey leyl-i ruzem – Gece Çiçeği
Leyl-i ruzem, ruhumun sultanı
Karanlığa saçar filizleri, baharı
Leyl-i ruzem ayışığında açar,
Terk eyler gönlüme misk-i amber-i aşkı.
Leyl-i ruzem filizlenir yağmurda
Ruhumdan akan hatıraların yağmurunda;
Aradım rayihanın özünü çiçeğinden ötede,
Ve bir yudum şarap, kadehinde…
Leyl-i ruzem geç saatlerde gelir
Dokunmak için Leyla’nın busesine, gözlerime
Gönülden tatlı hayaller volkanlar gibi fışkırır
Mest-ü hayran oldum bu muhteşem süprizle
Leyl-i ruzem, mehrimdir sana kalbim
Kendininmiş gibi al ve yönet,
Ve aşkınla mest olduğumda aldığın aklım
Ben de ahmaklar okyanusuna daldım.
(Muhyiddin Şekûr)
Hâmuş,
sükût
dört elif miktarı âh!