Gün geceye doğru yürürken yeşil bir koridorun içinden gittikçe daha da koyulaşan yamaçların kıyısından ilerliyoruz. Bu vakitler şehirlerin gürültülerinin eksilmediği, sükûtunun artmadığı saatler. Saatlerin evvelinde, saatlerin âhîrinde hep dakikalar; akrepler, yelkovanlar…
Vakit artık gece. Ayın yüzünü en çok açtığı on dördüncü gecenin bir gün ötesinde bu kez gece siyah peçesini ormanların üzerinden taşırıp üzerimize örtmede. Yeşilin en koyusu ile siyahın en koyusu arasındaki o tenha çizgide her adımda daha bir üşüyerek tırmanıyoruz.
Tarihi İpekyolu’nun üzerinde zamana kanatlarını açmış yağız atların dinlendirildiği bir hanın avlusunda karşılıyoruz geceyi. Siyah; an be an siyah. Dinlendirilen atların, katarların arasında tarihin bu anı üzerinde, nasibine hiçlik payı düşmüş avlunun tam orta yerindeyiz. Gümbürtülü toynakların, nefes nefese hırıltıların, toprağı deşercesine üzerinde depreşen nalların ateşini kimden sormalı. Zemheri kadar yakın, ölüm kadar sessiz bir hikaye bu.
Cüssesi siyah yüzü gri bir kedi tuhaf bir sesi her bir adımda daha da yükselterek yaklaşıyor. Karşılanıyoruz. Şaşkın ama yakın bir mırıldanış.. Hava soğuk. Yaza aldanıp yükselenler bulutlara karışan zirvelerin eteğinde üşümesini de bilmeliler. Bildikçe titreyenler fark etmeliler ki, zahîri yükselişlerden daha “derin” bâtıni yükselişler.
Derin vadinin ıssız karanlığı içinden gelen ayı homurtusuna, uzaktan göz kırpan yaban kedisi ekleniyor. Tilkiler, çakallar, yaban domuzları… Onlarca hayvanın tuhaf ve ürkütücü sesini duymak için durmak, duymak ve dinlemek yeterli. Bitmek tükenmek bilmez bir hırsla tırnaklarını şehirlerin masum yüzüne geçiren, debdebeyi kışkırtan, kavgaların ve muhteris yarışların “öznesi” olan insan tam burada, başka bir âlemin küçük “nesnesi” oluveriyor. İçimizden ürpertiyle karışık garip hisler geçiyor. Yürüyoruz…
Kapı açık. Habersiz, davetsiz gelen bizleri kapıda insan insan bakan bir çift gözle karşılıyor Pala Dayı. Hanın kapısındayız. İçeri girmeden ahşabın soylu kokusu ruhumuzu kuşatıyor. Buyur ediliyoruz…
Rüzgarın hafif uğultusu 101 yıllık sürgülü pencerelerin dar pervazlarını yoklarken dalıp giden gözlerime laf atıyor Pala Dayı. “Betonda sıhhat yoktur”
Yaşı yetmişe yetişmiş bu adam ilk bakışta kırk diye-bileceğimiz yılları yaşar gibi görünüyor. Dedelerden babalardan kalma bir hanın köşe bucağına sıkışıp kalmış çay ocağını bekliyor. Hal hatır soruluyor, çaylar geliyor. O anlatıyor biz dinliyoruz.
Dünyayı gezen ama kendi ifadesiyle “Kavga’da karar kılmış” biri o. Suyun, havanın, toprağın ve ateşin olağanüstü aynı kaldığı bir yerde 3000 li metrelere yakın bir yükseklikte tüm doğallığıyla yaşıyor. “Eskiler” diyorum. “Yaşamayı daha iyi biliyorlarmış” Pala bıyıklarının altından gülümseyerek nazire edercesine “Eskiden komşudan ateş alırdık, kibrit çakmak yoktu” diyor. Evde ateş yanarken komşudan ateş almak inceliğini anlamak ve anlatmak için biraz ürkmek ve biraz da üşümek gerekiyor. Ürkmeyi unutan modern insan, rahatının bozulmasından korkar hale geldiği günden beri ilişkiler çözülüyor, güven ateşi daha bir soğuyor.
“Bir gaz lambası vardı burada ‘eletirik’ gelmeden evvel, köşeyi perişan ederdi” diyor Pala dayı, nazire sırası bizde: “Şimdi faturalar cüzdanları perişan ediyor” Tam o anda ‘eletirikler’ gider gibi oluyor tam siyaha büründük derken ışık bir mum alevi şiddetinde karar kılıyor. “Yandaki evde eletirik sobasını açtılar” diyor Pala dayı. Gülüyoruz, idrak ediyoruz az ışık insanın kendi içini görmesi için daha aydınlık bir yol açıyor. Bu bölgenin insanlarından sorulmayacak bir hesap vardır o da; “Orayı neden mescidsiz bıraktınız” Rakımın bu kadar yükseklere vardığı bir yerde bile Osmanlının son zamanlarından bu güne uzanan eski ve küçük caminin minaresinden dağlardan yankılanan ezan sesi ile kendimize geliyoruz. Pala Dayı kedilerden şikayetçi, seviyor ama biraz şükürsüz buluyor onları.. Yemek beğenmediklerinden kendi kavurmasından başka bir şeyle doymak bilmediklerinden bahsediyor kalkarken. Bu akşam onları cezalandıracak, içeri girmesinler diye kapı kapatılıyor..Kediler kavurmanın nerede saklandığını çok iyi biliyor.(Pala dayı kavurmayı yayla çimeninde yetişen, dağ suyu içen kent yüzü görmemiş hayvanların etinden yine onun yağlarıyla yapıyor. Kedilere hak veriyoruz)
Ezan devam ederken ateşböceklerinin aşkla kırpışan ışıkları arasında yürürken yaz ortasında kışı yaşıyoruz. Zaman iyice hafifliyor, üstümüze çöken bulutun içinden geçerek camiye giriyoruz. Genelde bu vakitlerde iki cemaati olan cami bu gece dört kişiyi daha ağırlıyor. Saatin tiktaklarının insanın içini harekete geçiren ritmi caminin duvarlarında yankılanıyor. Gözüm saate takılıyor Onbiri ellibeş geçiyor, saniye yirmiyedide.. Camiye ilk geldiğimizde de aynı yerde duruyordu. Zamanın geçişinin sesi mi hakikat, durduğunun resmi mi? Kararsız bir haldeyiz, sanırım zamanın durduğu yerdeyiz!
Tekrar çaylar içiliyor, sohbet devam ediyor. Pala dayı durduğumuz yerde 1916 da Osmanlı Rus savaşı sırasında yaşananları anlatıyor. Biraz daha yukarıda bulunan şehit kabirlerinin bu atmosferin oluşmasında önemli etkilerinin olduğunu fark ediyoruz. O zamanlardan bu zamanlara ulaşan bir sırrı paylaşıyor bizimle. Ürperiyoruz. Tarihi ipekyolu üzerinde yolumuzu, nerede durduğumuzu bir kez daha fark ediyoruz…
O anlattı biz dinledik. Anlattıkları gönlümüzün bir köşesini perişan etti! Bu gece “Kavga’da karar kıldık, komşudan ateş aldık” Ruhumuz ısındı.
Alçalmak kadar yükselmekte var.
Zıtlar ey zıtlar!
HÂMİŞ: Kavga olarak anılan yerin gerçek adı Kavgadüzü’dür. Fatih’in İstanbul’dan sonra listesine ekleyip sekiz sene sonra aldığı, şairlerin vali yapıldığı, Şehzade şehri Trabzon Vilayeti sınırları içindedir.